Binbir Gün, Binbir Gece

Merhaba, yazmayalı fazlasıyla uzun zaman oldu. Gerek okul telaşesi, gerek bir takım gelgitler bir süredir yoktum. Araya binbir olay girdi tabiki. Sanırım en akılda kalıcı olanı günlerce süren "Gezi Olayları"ydı. Bunun yanında Suriye kaynamaya devam etti, Mısır'da darbe oldu ve Mursi devrilerek yerine cunta hükümeti kuruldu.

Ortadoğu kaynıyor, Türkiye kaynıyor. Suriye sınırı karışık, her gün mültecilerin gelişi artıyor, serseri kurşunlar can yakmaya devam ediyor. Tüm ülke gergin, siyaset yine sert ve acımasızca çıkarına göre yoluna devam ediyor. Hani bu kadar çok karmaşa, keşmekeş varken bir de İstanbul nemi ve sıcağından bahsetmek abesle iştigal midir bilemedim, ama bahsetmiş olalım da.

Her neyse bu yazı böyle bitsin ama yakında yazmadığım günlerin acısını çıkarırım umuyorum. Hoşçakalın...

Doksanlar Falan Filan...

Son dönemlerde popüler olan nostalji merakı, geçmişi yüceltip bugünü yadırgama tutkusu tüm hızıyla devam ediyor. Günümüzün ne kadar berbat ve pis olduğunu; insanların duygusuzlaştığından falan bahsedip hayali bir kötülüğe savaş açıyoruz, sanki bugünleri biz yaratmamışız gibi. Olumsuzlukları başkalarına maledip kenara çekilmekte de üstümüze yok sanırım insan ırkı olarak.

Önce 70'ler dalgası vardı, şimdi 80'lere döndü ibre, şimdilerde günümüzün kuşağının da etkisi ile hava birden 90'lara döndü gibi. E bu da hoşuma gitmiyor değil hani, 80'lerde dünyada olmayan benim için pek de malzeme yok bahsedecek bir 90'lar evladı olarak.

90'lar da dizi olarak yansıtılacakmış denilene göre, düşünüyorum da 90'lar ne ifade ediyor benim için? Pek de cevap veremedim desem yeridir. Açıkçası akıp giden zamanı dilimlere ayırmaktan, efsane nesil olmakla övünmekten de hazzettiğim söylenemez. Zaman akıp gidiyor, biz onu ne kadar takvimlere bölsek de o bütünlüğünden taviz vermiyor. Asıl garip olan da bir zaman "eski" diye hevesle atıp "yeni"sini tercih ettiğimiz şeylere özlem duymamız değil de nedir? Hiç bir şey eskide kalmıyor. Ne insanlar, ne nesneler eskimiyor, biz onlar acımasızca eskitirken değil de arkamıza baktığımızda özlüyoruz.

Bana kalırsa özlem duygusunun asıl sebebi nesneler, insanlar değil de bizzat kendimiz olsa gerek. Yıllarca eski bayramlar diye diye ağız şapırdatan yaşlı insanlar, eski bayramlarda yaşanan yoksulluğu, kıtlığı özlemiyor herhalde. İnsanlar çocukluklarına, gençliklerine özlem duyuyor, eski anıları yadediyor, eski her nesne aslında o günleri hatırlattığı için seviliyor, eski olduğu için değil.

Öyle olmasaydı şimdilerde sadece geri kalmışlığın sembolü olan kömür sobası neden özlensin? Eski moda akımları, şarkıcılar, şarkılar, filmler, insanlar, her şey; o günleri hatırlatan bir bahane. Arkaya bakarak yürümektense önüme bakıp şimdinin tadını almak lazım.

Bırakın da Ezanlar Türkçe Okunsun!

Evet bırakın ezanlar Türkçe okunsun. İnsanlar 80 desibel sesten dahasını anlasın, ne dendiğini anlasın ki her gün 5 kere neden ezan okunuyor bunun cevabını bulsunlar.

Dinlerin ilk gönderildiğindeki diller ile güncel kullanımda olan diller arası uçurumdur,din adıyla kandırılışlarımızın sebebi. Ne okuduğunu, ne duyduğunu bilmeden okumalardır bu günkü yozlaşmış din anlayışının sebebi.

Bakınız Avrupa'nın yıllar önce çözüp kenara attığı bu sorun yüzyıllar sonra hala ülkemizde bir düğüm halinde. İnsanlar anlamadıkları şeyleri üstünkörü seslendirip aslında ilk başta kendi kendilerine ihanet ediyorlar. Ezbere okuduğu Kuran'ın içinde ne yazdığını bilmeyen, şehadet getirip neye şahadet ettiğini bilmeyen "Taklidi Müslüman" sayısı hiç de az değil. İşte Avrupa'da reformla yırtılıp atılan din ve dindar arasındaki kara perde, ülkemizde hala yerinde ve hala insanlar hacı-hoca tayfasının muskası peşinde koşmakta; cemaatlerden medet umup dini yoz amaçlarına alet etmekte.

Türkçe ezan okundu diye feryat figan edenlerin derdi nedir? Allah büyüktür demenin, haydi namaza demenin ne ziyanı var? Ezan sonuçta Allah kelamı değil, rivayete göre bir rüya sonucu ortaya çıkmış bir metin. Kaldı ki ayet bile olsa önemli olan dillendirilen lisan değil, içeriğidir. Ne yazık ki biçimciliğin bizi esir aldığı şu asırda din de biçimciliğe kurban gitmiş durumda. Mesela düğünde, ölümde, sünnette Mevlit okutanların kaç tanesi Mevlit'in kutsal bir metin değil de bir manzum eser olduğunu biliyor?

Her müslümanın evinde, özellikle de ülkemizde Kuran vardır şüphesiz. Her evde Kuran yüksekçe bir yerde, kapalı, örtülü halde kalır. Toz kondurulmaz ama hiç açılıp okunmadığı için tozludur genelde. Bizzat tecrübe, gidin kendi evinize bakın hemen. Tamam her şeyi orijinalinden okumak daha iyi olsun ama ya hiç okumamak? Buna ne demeli? Ramazan aylarında Kuran okunur camilerde, evlerde; kim dinledikten sonra merak edip de "Bu kadar ayet dinledik ama ne demiş Rabbimiz bize?" diye soran, tercümesini okuyan kaç kişi var? Saygı güzeldir ama bu saygı değil. Asıl saygısızlık Kuran'ı okumayıp sadece bilinmeyen bir dildeki sesletimini dinleyip ağlamak. Ağlıyorsun ama bu kitap ağla diye değil, oku diye; anla diye var.

İbadetin, okumanın, ezanın Türkçe okunmasına karşı temel argüman şu: "Efenim asıl dilindeki, orijinalindeki anlam kayboluyor". Hadi oradan! Düşünün ki yabancı film ya da kitap mevzu bahis olsun. Bu kitap/film ne için var? Okuyalım, izleyelim, anlayalım diye. Peki şu söylenebilir mi, "Biz filme dublaj yaparsak; orijinali bozulur, biz bunu orijinal dilinde yayımlayalım, anlayan anlasın artık." Şu an Arapça taraftarlarının dediği bu. Peki ne oluyor böyle olunca? Lisanı olanlar anlıyor anlamasın da olmayanlar, anlayanların dediklerine inanmak zorunda. Başka alternatifi de yok! Her türlü çarpıtıp kandırmaya müsait durum. Hele bizim ülkemizde bolca olan fakir ve eğitimsiz, şehirlerin banliyölerinde binlerce insan yaşayan ülkelerde.

Sonuç ortada.

Allah Belanı Versin Biyokimya!

Birisi "Pala, bana biyokimya ile ilişkini açıkla" derse sanırım bu dersle olan seviyeli ilişkimizi en net özetleyen cümle bu olurdu. Belanı versin, varsa da versin yoksa da versin.

Aslında bunu daha önce de yazmayı düşünmüştüm ama ertelemiştim, sanırım şu an masadan yeni kalmış olarak, biyokimya hakkında yeterli duygu yoğunluğuna sahibim. Hayır zaten ezber yeteneği sıfır sularında gezinen birisi için olabilecek en zor bölümde okuyorum, zaten okul şimdiden uzadı, hem de biyokimyanın etkisi burada oldukça yoğun. Kargacık burgacık notların arasında kafayı yememe ramak kaldı, bunu hissediyorum.

Hele şu İstanbul'un insanı boğan havaları da şimdiden başladı. Ankara böyle değildi be; cidden böyle değildi, olmazdı. Masa başına oturunca terlemeye başlıyorum, odam hamam gibi, vize yaklaşıyor. Anlayacağınız zaman da; mekan da aleyhime işliyor.

Neyse yazınca bir nebze rahatladım sanırım.

İşte böyle.

Kevser Okuyan Muhabbet Kuşu ve Başka Birkaç Şey

Dinleyelim bakalım
Geçen haftalarda izlediğim bir videodan bahsediyorum. Muhtemelen izlemişsinizdir, Diyarbakırlı bir muhabbet kuşu (sözde) Kevser Suresi'ni okuyor. İlginç sayılabilecek bir şey ama video dikkatli izleenince aslında tamamen sahte-saçma bir video olduğu anlaşılacak kadar da amatör bir yapım. Muhtemelen arkadan birisi kuşa dublaj! yapıyor. Daha da ilginci ise videoya yapılan yorumlar;

"Bu ülkede güzel şeyler de oluyor, Allahu Ekber!"

Ciddi anlamda ibretlik bir yorum. Bu ülkede onca rezalet olurken, hala böyle saçma montajlarla avunmamız taktire şayan değil de nedir? Bilmiyorum ama mutlu olmak için bahaneler uydurmakta üstümüze yok. 2000 krizinde işsizlik %20'leri aşıp, nefes almak dahil vergilendirince sesini çıkarmadı bu millet. Aman devlete zeval gelmesin. Aman aman!

Fransız uçakları vurunca Kaddafi düşecek diye sevinen Libyalılar; Amerikan işgali altında ne namus, ne vatan ne şeref bırakılan Iraklılar; basit bir provakasyonda Muhammed'e hakaret var diye ayağa kalkarken sonuna kadar sömürülmeye ses çıkarmadılar. Çok basit bir Doğu milleti kafası. Türkiye, Irak, Mısır, Suriye... Aynı.

***

Bir köşede yıllarca bu vatanın ekmeğini yiyen, Orhan Gencebay, Kadir İnanır, Hülya Koçiğit; öte yanda bu vatanı elleriyle, tırnaklarıyla çekip çeviren Anadolu halkı. Onların açılım denen rezalete çanak tutması, bizim de karşı çıkmamız o kadar doğal ki. Biz bu vatan için çalıştık; onlar kaymağını yedi. Bu ülke kolay kurulmadı, öyle 3-5 acemi demogog ve 3-4 Yeşilçam eskisi ile kimse "çöküş süreci"ne razı olup susmayacak, ki zaten susmuyorlar.

Daha 90 yıl önce gördük biz bu filmi, yaralar hala taze.

***

Efendi hazretlerinin emriyle milli içkimiz ayran olmuş. Bu aşamada yapılması gereken bunu bir yasa önerisiyle taçlandırmak. Akp'li vekiller önerge için sıraya girmiştir bile, ben ne diyorum ki. Birkaç gün içinde ayran içip poz veren ünlüleri görmek de olası.

Ama çok içmeyin paşalar, çarpar. Su katın, sek ağır oluyor.

***

Bu sıralar Survivor milletçe birinci gündem maddemiz. Peh, bizim zamanımızda BBG Eray vardı, bir de gitar çalıp ünlü olmaya çabalayan Melih vardı. Hele hele, donuk konuşmasıyla "Doğa Bey" vardı; Acun kimmiş? Semra Kaynana ile, oğlu Ata'yla büyüdük biz!

Şaka bir yana bu yarışmaların en çok zararı katılanlara oluyor sanıyorum. Bir gün gelecek herkes ünlü olacak sözünün bu kadar gerçek olacağını bilmiyordum, sanırım söyleyen de tahmin edemezdi. Sahte bir şöhret dalgası, para, ün; varlığı güzel de ani düşüş yaşayanların sonu kötü oluyor. Şimdilerde bateri çalan bir çocuk görünüyor solda-sağda. Anne babsının görmemişliği onu da bitirecek. Yazık ki 3 gün sonra unutulunca eşekten düşmüşe dönecek.

***
Bu kadar.

Overlok Makinası Ayağımıza Gelme Artık


Yıllardır kulaklarımız aşina, "Hanımlar müjde, overlok makinası ayağınıza geldi, halılarınız, kilimlerini...". Artık gelmeyin arkadaş, yeter. Bizden size iş çıkmayacak. Nafile. 81 il ve tüm vatan sathında durmadan mücadele eden bir overlok birliği var sanki...

"Amacımız tüm ülkede ve yavru vatan KKTC'de overloksuz halı, kilim, yolluk ve paspas bırakmamak! Bu yolda; her sokak, her mahalle arasında araçlarımızla gezip; sinir edici, kepaze bir kadın sesiyle çığırtkanlık yapacağız. Bu yolda durmaksızın mücedele edeceğimize, tüm yıpranmış halı ve kilim saçakları üzerine yemin ederiz."

Bilmiyorum belki de bunun arkasında bir şey var. Belki de misafir mantığı güdüp;
"Yıllardır biz sizin ayağınıza geldik, bir kere de iade-i ziyaret yapmadınız." diye içlerinden kızıyorlardır. Evet sanırım kabul etmeliyiz ki, overlokçu dostlarımızı yıllar yılı yalnız bıraktık. Evet, bizim suçumuz. Hadi bugün onlarla kucaklaşalım!

***

Blog yazmaya başlamadan önce yalnız kelimesini yanlış yazdığımın farkında değildim açıkçası, imla denetimini kullandığım her seferinde altı çizili "yanlız" kelimesi uyandırdı beni. Hayır, bunca yıldır okuyorum, Türkçe'den edebiyata; Lgs'den, Ygs'ye her türlü sınava girmeme rağmen koca eğitim sistemi bu açığımı bulamamış. Yahu nereye gidiyor bu ülke, ne olacak bu eğitim sistemi???

Bu arada Blogger'ın "blog" kelimesini yanlış kabul etmesi de ne biçim bir saçmalıktır? Neymiş "blok" yazacakmışız. Utan koca Blogger seni!

***

Geçen gün hayatımın hatasını yaptım. Derse geç kaldığım için genelde pek kullanmadığım sokak arasından giderek yolu kısaltmayı hedefliyordum. Ama ne yazık ki çabuk varmak, ekstradan 15 dakika daha geciktim.

Nereden bilebilirdim ki sokakta cuma pazarı kuruluğunu? Hayatımda uzun süredir o kadar çok kadını bir arada görmemiştim sanırım. O yoğunluğu yarmak için yoğun çaba sarfetmeme rağmen olmadı, başaramadım. Ayrıca kadınlardaki alışveriş hırsına da bir kez daha şahit oldum. Alışveriş yapmak üzere yola çıkan bir grup kadın ülke bile fethedebilir tahminimce; o ne cesaret, o ne azimdir arkadaş?

***

Bu kadar.

Erkek Adam Tayt Giymez


Çok doğru, erkek adam tayt giymez. Hele geyikli tayt; aman aman!
Geyikli tayt meraklısı kadınları eleştirirken güzel de, taytlarıyla arzı endam eden Marvel süper kahramanlarına ne demeli?

Süpermen sanırım bilinen ilk taytlı süper kahraman. Batman, Spiderman...
Liste uzun; tamam takım elbise giymelerini beklemiyoruz da rahatlık için tayt giyen, rahat diye babet de giymeye kalkarsa n'apacağız? Babetleriyle kötü kovalayan babetli süper kahraman! Pek de ciddiye alınacak bir görünüş değil! Kahramandan çok ılık görünümü gibi olurdu sanırım.

Peki ya telefon kabinlerinde kıyafetini çıkarıp taytını giyen Clark Kent'i görseniz ne tepki verirdiniz acaba? Korkunç bir manzara, kelli felli bir adam, alelacele soyunup taytını geçiriyor, pelerinini takıyor. Cık, hayır gelmez Süpermen'den bize. O değil, işi bittikten sonra ne yapıyor? O halde tayt-pelerin kombinasyonuyla dolanacak değil ya; acaba üstünü çıkarıp katladığı telefon kabinine gidip tekrar mı değişiyor üstünü? Cık, hiç karizmatik değilsin be Süperman!

Hepsini geçtim de zor zamanlarında Süperman kostümünü nereden buluyorsun adamım, entel boyununda beliren fular gibi kendiliğinden mi oluşuyor nedir? Belki de içlik niyetine giyiyordur taytı-pelerini. Kış günü iyi de yazın yakar be evladım.